Bodrum-Akyarlar’da, tatildeydim. Cazibesine dayanamadım karşıdaki Yunan adalarının. Atladım feribota. İki buçuk saat deniz yolculuğundan sonra Yunan adası Simi’deydim.
Her taraf turist kaynıyordu. Koca feribotlar, gemiler, deniz otobüsleri adaya turist taşıyordu habire. İlk ilgimi çeken, adanın güzelliği ve temizliğiydi. Hızlı bir turla altını üstüne getirdim. Dar sokakları, antika evleri, kiliseleri derken gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Zaten küçücük bir yerleşim yeriydi. Yorgun düşünce de deniz kenarı bir restorana oturuverdim. Önüm masmavi Ege. Türkiye ise çooook uzaklarda kalmıştı… Hafiften burkuluverdi içim!
Tek amacım, konuşup anlaşabileceğim bir Yunanlı bulmak ve onunla sohbet etmekti.
Ama bu öylesine zordu ki. Yazıları da, dilleri de çok farklıydı. Benim Yunanca bilmediğim kadar onlar da Türkçe bilmiyorlardı.
Çeşitli deniz ürünleri ve tanımadığım etler arasından “Bundan istiyorum” diyerek tavuk etini gösteriverdim. İçeceğim suyu ise musluğu açarak gösterdim. Ama yine başaramamış olacağım ki bir bardak musluk suyu getirilip konulmuştu masama. Dedim ya; bu adada en büyük problem anlaşamamak. Aslında restoran sahibinin de benimle iletişim kurmak için can attığını hissediyordum. Bir zaman sonra, Türkçe bilen bir Yunanlı çıktı da onunla konuşmaya başladık. İşte sorularım ve onun verdiği cevaplar. Özetleyerek aktarıyorum:
S….: Bu kadar turiste ve harcadıkları paralara rağmen, Yunanistan ekonomisi neden krize girmiş oldu, bunu çok merak etmekteyim?
C….: Turizm bizi hazırcı ve tembel yaptı. Hep hazırdan yedik, yiyoruz, ürettiğimizden daha fazlasını tüketiyoruz, birde işçilik ücretleri bizde çok yüksek.
S….: Peki Türkiye’yi gördünüz mü? Gördüyseniz, sevdiğiniz bir yer var mı?
C…: Var; Bodrum, İstanbul.
S….: Peki, Türkiye’nin başkentini biliyor musunuz?
C…: Tebessümle “Ankara” diyor.
S….: On beş, yirmi yıl öncesine göre, Türkiye ve Türklerle ilgili görüş ve düşüncelerinizde bir değişim oldu mu?
C….: Evet, olumlu oldu. Bu küçücük adaya günde 300-500 arası Türk gelir gezer, para bırakır. Bir kısmıyla sizin gibi konuşup sohbet ederiz, çoğunluğuyla anlaşırız. (Bu ara restoran sahibi, getirdiği fihristinden bazı Türk iş adamlarının kartlarını gösteriyor, övünçle…) Tabii bizden de size çok sayıda turist gitmekte. Artık dünya değişiyor, düşmanlığın bir faydası yok.
S….: “Peki, Ağrı Dağı’nı duydunuz mu?” diye sorunca birden gözleri parlıyor, ışıldıyor, canlanıyor, bulunduğu yerde.
C….: Yani Ararat. Duydum ya, Türkiye de çok görmek istediğim yerlerden biridir.
Ben, Ağrı Dağı’nın eteğindeki Iğdır’dan olduğumu söyleyince bu kez Niko benden
Ağrı Dağı’nı anlatmamı istedi. Canıma minnet başladım Ağrı Dağı’nı ballandıra dillendire anlatmaya… Can kulağıyla dinlemesi dağa olan ilgi ve tutkusunu açıkça gösteriyordu.
Dağı anlatırken Niko, kısa aralarla anlattıklarımı masadaki diğer Yunanlılara da aktarıyordu.
Ağrı Dağı’ndan belki de 3.000-3.500 km uzakta, Ege’nin mavi sularına kıyısı olan sere serpe Yunan adasında böylesine bir Ağrı Dağı ilgi ve özlemine rastlamak beni çok mutlu etmiş; aynı zamanda da duygulandırmış, böyle bir dağa sahip olmak da gururlandırmıştı beni…
Oysa iki gün peşpeşe, Iğdır gazetelerinden; dünyanın her yerinde bilinen, merak edilen, arzulanan Ağrı Dağı’nın “kendini yaktığını – yakıldığını ” öğrendim… Kızgın tavaya düşmüş yağ damlası gibi bir ses çıkardı içim. Çızzzzsssss…
Dünyanın dörtbir yanında bilinen, sevilen, özlenen, çeşitli uygarlıklara tanıklık eden; Nuh’un Gemisi’yle dünyanın ilgisini üzerine tutan bu muhteşem dağ nasıl olur da kendini yakar/yakılır ki?
Unutmayalım ki, bizim topraklarımızda olsa da Ağrı Dağı aynı zamanda dünyamızın bir parçası, onun bir güzelliğini de temsil etmekte, tamamlamaktadır. Dünyanın bu dağımız üzerinde “göz hakkı” var.
Yurtdışında “Iğdır’danım” diyorsunuz, duyan-tanıyan yok. Erzurum, Van diyorsunuz duyan-tanıyan yok… “Ağrı Dağı’nın ordanım.” deyince. “Oooooo yes, yes” diyorlar ilgiyle…
Gerek ülkemiz ve gerekse dünya için bir güzellik kaynağı olan bu dağ neden kendini yakar-yakılır ki… Yaşatılması boyun borcumuz olan bu dağ neden intihar eder-ettirilir ki? İslam ÇANKAYA
Her taraf turist kaynıyordu. Koca feribotlar, gemiler, deniz otobüsleri adaya turist taşıyordu habire. İlk ilgimi çeken, adanın güzelliği ve temizliğiydi. Hızlı bir turla altını üstüne getirdim. Dar sokakları, antika evleri, kiliseleri derken gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Zaten küçücük bir yerleşim yeriydi. Yorgun düşünce de deniz kenarı bir restorana oturuverdim. Önüm masmavi Ege. Türkiye ise çooook uzaklarda kalmıştı… Hafiften burkuluverdi içim!
Tek amacım, konuşup anlaşabileceğim bir Yunanlı bulmak ve onunla sohbet etmekti.
Ama bu öylesine zordu ki. Yazıları da, dilleri de çok farklıydı. Benim Yunanca bilmediğim kadar onlar da Türkçe bilmiyorlardı.
Çeşitli deniz ürünleri ve tanımadığım etler arasından “Bundan istiyorum” diyerek tavuk etini gösteriverdim. İçeceğim suyu ise musluğu açarak gösterdim. Ama yine başaramamış olacağım ki bir bardak musluk suyu getirilip konulmuştu masama. Dedim ya; bu adada en büyük problem anlaşamamak. Aslında restoran sahibinin de benimle iletişim kurmak için can attığını hissediyordum. Bir zaman sonra, Türkçe bilen bir Yunanlı çıktı da onunla konuşmaya başladık. İşte sorularım ve onun verdiği cevaplar. Özetleyerek aktarıyorum:
S….: Bu kadar turiste ve harcadıkları paralara rağmen, Yunanistan ekonomisi neden krize girmiş oldu, bunu çok merak etmekteyim?
C….: Turizm bizi hazırcı ve tembel yaptı. Hep hazırdan yedik, yiyoruz, ürettiğimizden daha fazlasını tüketiyoruz, birde işçilik ücretleri bizde çok yüksek.
S….: Peki Türkiye’yi gördünüz mü? Gördüyseniz, sevdiğiniz bir yer var mı?
C…: Var; Bodrum, İstanbul.
S….: Peki, Türkiye’nin başkentini biliyor musunuz?
C…: Tebessümle “Ankara” diyor.
S….: On beş, yirmi yıl öncesine göre, Türkiye ve Türklerle ilgili görüş ve düşüncelerinizde bir değişim oldu mu?
C….: Evet, olumlu oldu. Bu küçücük adaya günde 300-500 arası Türk gelir gezer, para bırakır. Bir kısmıyla sizin gibi konuşup sohbet ederiz, çoğunluğuyla anlaşırız. (Bu ara restoran sahibi, getirdiği fihristinden bazı Türk iş adamlarının kartlarını gösteriyor, övünçle…) Tabii bizden de size çok sayıda turist gitmekte. Artık dünya değişiyor, düşmanlığın bir faydası yok.
S….: “Peki, Ağrı Dağı’nı duydunuz mu?” diye sorunca birden gözleri parlıyor, ışıldıyor, canlanıyor, bulunduğu yerde.
C….: Yani Ararat. Duydum ya, Türkiye de çok görmek istediğim yerlerden biridir.
Ben, Ağrı Dağı’nın eteğindeki Iğdır’dan olduğumu söyleyince bu kez Niko benden
Ağrı Dağı’nı anlatmamı istedi. Canıma minnet başladım Ağrı Dağı’nı ballandıra dillendire anlatmaya… Can kulağıyla dinlemesi dağa olan ilgi ve tutkusunu açıkça gösteriyordu.
Dağı anlatırken Niko, kısa aralarla anlattıklarımı masadaki diğer Yunanlılara da aktarıyordu.
Ağrı Dağı’ndan belki de 3.000-3.500 km uzakta, Ege’nin mavi sularına kıyısı olan sere serpe Yunan adasında böylesine bir Ağrı Dağı ilgi ve özlemine rastlamak beni çok mutlu etmiş; aynı zamanda da duygulandırmış, böyle bir dağa sahip olmak da gururlandırmıştı beni…
Oysa iki gün peşpeşe, Iğdır gazetelerinden; dünyanın her yerinde bilinen, merak edilen, arzulanan Ağrı Dağı’nın “kendini yaktığını – yakıldığını ” öğrendim… Kızgın tavaya düşmüş yağ damlası gibi bir ses çıkardı içim. Çızzzzsssss…
Dünyanın dörtbir yanında bilinen, sevilen, özlenen, çeşitli uygarlıklara tanıklık eden; Nuh’un Gemisi’yle dünyanın ilgisini üzerine tutan bu muhteşem dağ nasıl olur da kendini yakar/yakılır ki?
Unutmayalım ki, bizim topraklarımızda olsa da Ağrı Dağı aynı zamanda dünyamızın bir parçası, onun bir güzelliğini de temsil etmekte, tamamlamaktadır. Dünyanın bu dağımız üzerinde “göz hakkı” var.
Yurtdışında “Iğdır’danım” diyorsunuz, duyan-tanıyan yok. Erzurum, Van diyorsunuz duyan-tanıyan yok… “Ağrı Dağı’nın ordanım.” deyince. “Oooooo yes, yes” diyorlar ilgiyle…
Gerek ülkemiz ve gerekse dünya için bir güzellik kaynağı olan bu dağ neden kendini yakar-yakılır ki… Yaşatılması boyun borcumuz olan bu dağ neden intihar eder-ettirilir ki? İslam ÇANKAYA