Son bahar uzun geceleri ile özeldir, gecelerin uzun olmasıyla beraberinde soğuk hava ve çisgin yağışlarıda getiren son bahar, hastaları ve yaşlıları evlere haps etmiştir. Şu durumda yaşlı ve benim gibi tenha insanların en iyi arkadaşı, kitaplardır desem yanılmam. Bu açıdan bende zamanımın çoğunu kitap okumakla geçiririm. Hani bir mektubumda yazmıştım ya, “erkekler kiminle ve ne ile uykuya dalarlar”, şu mektubumdan yetmiş yaştan sonra geçmiş hayatının hatıralarıyla, yazmış olduğumu hatırlayacağından eminim. Işte bende okuduğum kitapların etkisi altında, kendi geçmişimi hatırlıyorum. Bu günlerde Muhammed Fuzulinin “Leyla ve Mecnun” eserini bir daha okuyordum. Elli sene önce bitirmiş olduğum okuldan, sınıf arkadaşlarımdan aldığım garip bir haber beni çok mütessir etti. Canım oğlum, hayat çok gariptir. Hayatda her zaman istediğini elde edemezsin. Senin sevdiğin başkasını seve bilir, senin farkına varmadığın birisi seni seve bilir. Kısmet bam-başka birşeydir, hiç sevmediyin biriyle evlenipte bahtiyarda ola bilirsin. Sevgili oğlum altmış sene beni kendi içine-kalbine gömmüş bir güzelin itirafını, bana telefonda anlatan, okul arkadaşım-dostum-can kardeşim İsmail, anlattığı hikayenin etkisinden kövrelmiş kendisini tadamamıştı. Telefon hattının bir ucunda Azerbaycandan – Baküden dostum, öbür ucunda da İstanbulda ben ağlamıştım. Hikaye böyledir: Alfebeyi öğrendiğimiz ilk okuldan sınıf arkadaşım olan “X” hanımdan çok hoşlanmıştım. On yıl bir sınıfta okuduğumuz o güzel kızında benden hoşlandığını biliyordum. “X” uzun saçları vardı, bir gün oğlanlardan biri onun saçını sandalyeye bağlamıştı, “X” kalktığı zaman sandalyeyi de arkasınca sürüklemişti. Oturup ağladı. Öğretmenimiz o öğrencini sınıf odasının boş alanına, her kesin iyice göre bileceyi yere çıkarmış, kendisi tenbih ettikten sonra, öğrencilerin – her kesin onu mezemmet etmesini istemişti. O zaman biz dördüncü sınıf öğrencileri başka bir şey bilmediğimizden, her kes aynı sözlerle onu ayıplamış, ar olsun diye mezemmet etmişti. Sırada bende vardım, ben ona yaklaşır-yaklaşmaz -Beni seven ona bir tokat vursun, belki benim yüreğim rahatlasın! Dedi “X”.
Ben ona yaklaşıp öyle bir tokat attım ki zavallı tirtap yere düştü.
Öğretmen beni yanına çağırdı.
* Neden onu öylesine vurup yere serdin? Neden? Üstüme bağırdı.
* Cezalandırılmasını siz istediniz öğretmenim, dedim.
* Arkadaşların kibarca mezemmet ettiği halde, sen niye vurup onu yere serdin ki?
* Her kes sevdiği kadarıyla, işte bende ...
* Sen onu çokmu seviyorsun?
Ben susmayı tercih ettim.
* Akraban falanmı?
O soruyu cevaplayamadım.
Öğretmen annemi okula çağırıp, beni şikayet etmişti. Babam görmezden geldi birşey söylemedi, ama annem beni çok tenbihledi.
Beni –küçük İhtiyarı, yanlış yaptığıma inandırmaya zorlamışlardı. O zamandan ben ona kendi kardeşim, özbe –öz kız kardeşim gibi davrandığımdan, onun bana karşı gerçek hisslerini anlayamamıştım. “X” hanımında bana karşı kendi kardeşi gibi hürmet ve ihtiram gösterdiğini düşünmüştüm. Demek o ki, ben düşüncelerimde yanılmışım. Meğer o beni severmiş . Ben Şahsenem hanımı unutamadığım gibi, O da beni unutamamıştır. Kendi saf kalbiine gömdüğü sırlarını, ben sana anlattığım gibi o da kendi tokuşturduğu masallarında torunlarına anlatmış. Masallarının baş kahramanı olan benim obrazımı, her türlü yeteneklere sahip olan “AKELA” süretinde canlandırdığı gibi, bende hikayemizde onu “Etirşah” diye göstereceğim. Sahiden de onun Etirşah çiçeğine benzerliği vardı. Can kardeşim İsmayılın, anlattığı hikaye beni çok etkilemişti, günlerce uyuyamadım, hep onu düşünür, okul anılarını hatırlıyordum. Etirşah hanımın benimle sohbetlerini analiz edir, bana karşı münasebetlerine bir mana arıyordum. O günler gözümde bir film şeriti gibi serilmişti. Etirşah hanımın düğün gününü hatırladım. O düğüne sınıfımızın erkek öğrencilerinden, bir ben davetliydim. Bende beş yaşlı küçük yiğenim dostum “Çakırla” beraber düğüne gelmiştim. Kız arkadaşlarımız Çakırla şakalaşır, onu öpücüklere boğmuştular. Her kes ona klasik bir soru sorar, cevabına bayılırlardı.
Soru: Dünyada kaç tane kahraman vardır?
Cevap: İki tane.
Soru: O kahramanlar kimlermiş öyle?
Cevap: Biri benim, biri de benim İhtiyar dayımdır, biz her kesi yeneriz.
Soru: Dünyada kaç tane güzel kız var?
Cevap: İki tane.
Soru: O güzeller kimlermiş öyle?
Cevap: Birisi benim sevgilim Sevinc, biriside İhtiyar dayımın sevgilisi Şahsenem hanımdır, onlar dünyada her kesden güzeldir.
Etirşah hanım süslenmiş gelinlikte karşımıza çıktı, gözlerinde hüzün vardı, sanki güzel manalı gözleri bana neyse soracaktı, ama bir kelme bile etmedi. Ben onu tebrik ettim.
* “Allah mesud etsin” dedim.
* “Darısı senin başına” dedi.
* “Allah mesud etsin, Bende tebrik ederim” Çakır söyledi.
* “Darısı seninde başına, ne tatlı çocuksun”? Çakırım benim, gel-gel öpüyüm seni söyledi gelin hanım. – Çakırı öptü.
* Dur-dur, bende seni öpeyim, söyledi Çakır bey. – Çakırda gelin hanımı öptü.
* Ne yapıyorsun gelin hanım? Gelini beyden önce bir kimsenin öpmesi uğursuzluk getirir söyledi kızlardan biri.
* Olsun, bi şey olmaz, benim asil beyim budur... “Çakırdır”. Çakır bey beni öpen ilk erkeğin sen olduöunu bilmeni istiyorum . “Dayın başaramadığını sen başardın” dedi ve çabuk bizden uzaklaştı.
O zamanlar ben Şahsenem hanımı severdim ve çok mutluydum, o açıdanda yinede bişey anlamamıştım.
Şu konuda ne kadar haksızlık ettiğimi, ne kadar geri zekalı olduğumu düşünüyorum. Nasıl olmuşta ben onu anlayamamışımdır.
Etirşah hanımın İsmail kardeşime anlattığı olayın hikayesini bende hatırlıyorum. Tabii ki, olduğu gibi söylemişti.
Okulun son sınıfındaydık, beden eğitimi dersinde sınıf arkadaşlarıyla kovalamaca oynuyorduk, ben kovuyor, o kaçıyordu- koridorun sonuna merdivenlere doğru kaçtı, koşeyi döndü. Bende onun arkasınca hızla koşuyor onu yakalamaya çalışıyordum. Koridorun köşesinde merdivenlere döndüğüm anda, karşıma çıkı verdi çarpıştık, burun-buruna değdik, onu yakaladım. Etirşah hanım benim kollarımın arasındaydı, gerçektende etirşah çiçeği kokuyordu. Yüreği gup-gup atıyor, sanki göğsünden çıkacaktı. O bana sarılmıştı, oyunun kuralları gereği benden kurtulmak gibi bir niyeti yoktu.
Ben onu yorulmuş sanmıştım.
Meğer oysa bana hislerini anlatmaya utanmış, hiç kimsenin olmadığı o yerde bu kazayı yapmış, bana sarılmış – benim anlayacağımı sanmıştı.
Etirşah hanım benim can kardeşim İsmayile söylemiş ki,
“O malum kaza zamanı İhtiyarın beni öpeceyini ve o andanda benim bahtiyar günlerim başlayacağını sanmıştım”.
Ben bu taş kafamla öyle bir şeyin ola bileceğini hiç düşünmemiştim.
Canım oğlum Etirşah çok güzel, her kesin hoşlandığı çok akıllı ve teravetli bir kızdı. Okulda onun hayranları perestişkarları çoktu. Etirşah onların hepsini bana şikayet eder, bende onlarla kavga ederdim. Altmış sene beni kalbine gömen, beni masallarında yaşatan, beni sevipte bir kimseye anlatamayan, o güzeli mutlaka bulmam lazım! Onun güzel gözlerinden öpüp, ondan özür dilemem lazım!
Karşılıksız aşk yaşamanın, kara sevdanın nasıl olduğunu benden iyi bir kimse bilemez.
Sevgili oğlum şu gerçeği anlamanı istiyorum ki, bizler hak ettiğimiz kadınlarla evlenmiş olsaydık, bu dünyada bir kimse bahtiyar olamazdı.
Canım oğlum, Şahsenem hanıma olan aşkımı sana öteki mektuplarımda anlatmışımdır. Yaşlanmış halime rağmen, ülvi beşeri aşkımın unutamadığım hatıralarını, bana her zaman eziyyet eden kendi hisslerimi tekrar-tekrar yazıpta zaman almağın lüzumsuz olduğunu düşünüyorum. Umarım sana yazılan mektupların metnini unutmamışsındır.
Şahsenem hanımla ilişkimizin kesildiği, irtibatımızın koptuğu andan, 18 yıl geçmişti, onun sevgisinden delik-deşik olmuş kalbimin yaralarını sarmak için, mücadele ederim. Tahminen otuz sene bundan önceydi, ben otuz beş yaşında ihtiyar bir delikanlıydım. Bekardım ve tabiatın kanunu üzere öz soy kökümü yaşatmak namına evlenmek istiyordum.
Günün belli saatlarında, caddenin belli yerinde, sık-sık karşılaştığım genç ve güzel bir bayanı gözüm tutmuştu. Ona yaklaşmak, istek ve arzularımı bildirmek, gönlümü açmayı düşünüyordum. Bir gün yinede belli makamda karşılaştığımız anda, başka bir bayanın ona – doktor hanım diye müracaatını duydum. Onun bu müracaatı seçtiğim güzele nasıl yaklaşacağımı bir anda beynime implus etti. O anda bana neler olduğunu bilmiyorum. Ama o güzelin karşısında dikilip durduğumu ve onunla konuştuğumu fark ettim.
* Afedersiniz, siz doktormusunuz? Diye ona sordum.
* Evet doktorum.
* Sizin şefkatinize muhtac olan bir hastaya bakarmısınız?
* Hastanızın nesi var?
* Günün belli saatlerinde kalbinin şiddetle çarptığını, aklının kaydığını, muvazenetini – tarazlığını – duruşunu kayb ettiğini söyledim.
* Kusura bakmayın ben bir “pedyator”üm – çocuk doktoruyum, kalp doktoru diyilim ki, hastanızı kalp doktoruna götürmeniz lazım.
* Ama o da bir çocuktur, onun sizin şefkatinize ihtiyacı var, ona sizin bakmanız lazım, lütfen yardımınızı esirgemeyin.
* Hastanız kaç yaşında?
* Doktorum, hastamız ince kalpli, yufka yürekli, anlaklı-anlayışlı, otuz beş yaşında çok iyi bir çocuktur.
* Efendim o daha çocuk diyil ki?
* Ama bir çocuk kadar pırıl-pırıl bir kalbe sahiptir.* Afedersiniz ben ona bakamam.
* Ama siz bir doktorsunuz. Hipokrat yemini etmişsiniz, hastanın ırkından, cinsinden, dininden, milliyetinden ayrım yapmadan, onu tedavi edip iyileştireceğinize söz vermişsiniz. Hatta hastalanan senin şahsi düşmanın olsa bile.
* Kalp hastalıkları benim branşım değil, benim onu tedavi etmem doğru olmaz. Onu mutlaka bir kalp hastalıkları uzmanına götürmeniz lazım.
* Doktor hanım onun sizin şefkatinize ihtiyacı var.
* Sizde mi doktorsunuz?
* Değil.
* Neden hastanızın tedavisi için beni seçtiniz ki?
* Çünki onun hasta olmasına sebeb sizsiniz.
* Nasıl yani ?
* Doktor hanım, sözünü ettiğim hasta benim, her defa sizinle karşılaştığımız anda, kalbim çırpınmaya başlar, yüreğim güp-güp atar, rahatsız olurum. Şu anda tansiyonumu ölçerseniz en yüksek dereceyi göstereceğinden eminim. Lütfen beni tedavi edin, ilacım sizsiniz dedim.Canım oğlum, nutuk ve mantıkla söylediklerim doktor hanımı etkilemişti. (bütün bunları sonradan kendisi itiraf etmişti). Tanışlık tarzımız garip olsada, iyice anlaşırdık, hoşgörülü, cana yakın tavırlarıyla beni tedavi etmişti. Kalbim iyice rahatlamış, hastalığım bahtiyarlığımın anahtarı olmuştu. Mutluluk eleksiri olan öpücükleri, benim şifa kaynağımdı.
Ne yazık ki, benim bu mutluluğumda uzun sürmedi.
Gündüzler parkları beraber dolaşar, muhabbet eder gelecek evlilik hayatımızın pilanlarını yapar, birbirimizden doymazdık. Akşamlar evlerine uğurladığım andan, sabahın açılmasını dört gözle beklerdik. Günün birinde yarın sabah görüşmek üzere, akşam şakalaşarak evine bırkatığım doktor hanım, sabah onu karşılamaya geldiğimde, benimle ilişkisini kestiyini söyledi ve bir daha benimle görüşmeyeceğini belirtti.
* Ne oldu ki, rüyada birşeyler mi gördün? Ona sordum. Akşam vaktine kadar iyice anlaşıyorduk, akşam benden kopmak istemediğini, şimdi ise beni görmek istemediğini söylüyorsun. Sana birşeyler mi dediler?.. hadi söyle.
* Elbette söylediler! Senin pis-ayyaş, kötü birisi olduğunu, önceden evli olduğunu, on yaşında bir kızın olduğunu söylediler. Tüm bunları benden neden sakladın ki? Öz geçmişini olduğu gibi söylemeye neden cesaret edemedin? Belki kabul ederdim? ama şimdi asla..!
* Hepsi yalan, sana şunları kim söyledi ki?
* Yalan ha –yalan söylüyorsun, beni kandıracağını mı sanmıştın? Seni yalancı, senin hakkında artık her şeyi biliyorum, beni kadıramazsın.
* Bildiğin gibi değil işittiklerin hepsi palavra, ben öyle birisi olamam, cevabımda çok ciddiyim, seninle evlenmek istiyorum.
* Otuzbeş yaşınadek evlenmedin benimi bekledin? Bunadamı inanmamı bekliyorsun?
* Bak güzelim, tamam ya devam kararını sen vereceksin, kararın ne olursa saygı duyarım, kime sordunuz? – kim söylediyse bilmiyorum? Bir adamın sözüyle karar vermeniz doğru olmaz, memlekette insanlar bitmedi ki, bir başkasına yine sorun. Bildiklerinizin tam aksini duyacağınızdan eminim.
* Bir başkasına daha sormakta lüzum yok, sorduğum kişi senin komşun- benim akrabam, o bana yalan söylemez.
* Ama söylemiş, ben hiç bir zaman evli olmadım, kızım falan da yok, eyyaş da değilim. Sana bunları kim söylediyse kasıtlı olarak söylemiştir, ileride hakikati bileceksin ama geç olacak.
Akrabasının uydurduklarına inanan doktor hanımla bir türlü anlaşamadık.
Sevgili oğlum, beş yıl sonra senin dünyaya geldiğin doğum evinde, doktor olarak çalışan doktor hanımla yine görüştük.
Senin doğumundan sorumlu olan doktor hanım, sizlerin taburcu olmanıza izin vermiyor, bebek sağlıklı değil, onun doğum evinde doktor kontrolünde bakıma ihtiyacı olduğunu iddia ediyordu. Bebeğin babasıyla görüşmem lazım, baba yazılı olarak dilekçe vererek sorumluluğu kendi üzerine alırsa, yalnız o zaman taburcu edebiliriz söylemişti.
Meğer doktor hanımın maksadı-meramı itirafta bulunmak için benimle görüşmekmiş.
Doktor hanımın yanına gittim, kibarca karşıladı, beni tebrik etti, bebeğin sağlıklı olduğunu söyledi.
* “Analı – babalı büyüsün, Allah korusun” dedi.
* Sağ olun, doktor hanım, demek ki, bebekte bir problem yok, problem bendeymiş, sizleride iyi gördüm, hoş davranışınıza, iyi karşılamanıza sevindim.
* Beş yıl önce senin iyi niyetine karşı büyük haksızlık etmişim, sen haklıydın, hakkında duyduklarım doğru diyilmiş. Kör olası o soysuz akrabam bize yalan söylemişti. Oysa sen benim çok hoşuma gitmiştin. Beni aff etmeni, hakkını helal etmeni istiyorum.
* Aff edilesi bir şey yok ki, doktor hanım, bu bizim kaderimiz, kaderden kaçılmaz, kısmet böyleymiş, yazan böyle yazmış.
* Cevabını bilmek istediğim bir sorum daha var. Lütfen cevaplandırın ve doğruyu söyleyin. Neden otuz beş yaşa kadar bekardın? (görki kırkında evlenmenin sebebi belli) beş yıl önce söylediklerin boğru olamaz, qaliba “senden bir kimse hoşlanmamıştı”, o zamanlarda buna inanmamıştım.
* Benden bir kimsenin hoşlanmadığı doğrudur, madem ki, doğruyu bilmek istiyorsun, kalbimde hiç bir zaman unutamadığım, tüm vücudumla, cismimle, ruhumla sevdiğim birisinin olduğunu söyleye bilirim. O zamanlardada vardı, şimdide var, gelecekte de olacak.
Beraber olduğumuz zamanlarda söyleyemezdim, çünki edepsizlik – karşındakine haksızlık etmiş olursun. Ama şimdi Şahsenem hanım hakkında tam rahatlıkla söylemek mümkün.
* Demek o ki, kırkında evlenmendede sebep ben değilmişim? Ama ben öyle sanmıştım.
Canım oğlum, doktor hanım benden aff dilemiş, yanıldığını benden hoşlandığını söyledi. Canım benim, benim artık üç günlük bebeğim-sen vardın, geç kalmış itiraf arkadan atılan taşa benzer ki, o da yalnız ve yalnız topuğa isabet eder.
Demek o ki, doktor hanım zamanında beni sevmemiş. Eğer ki,sevmiş olsaydı akrabasına değil bana inanmış olurdu. Inamsa aile hayatının en başlıca şartlarından biridir.
Sevgili oğlum, aşk yaşamak güzel birşeydir, onu yaşamayan asla bilemez. Aşk Cenabı Allahın nasib ettiği çok güzel ülvi beşeri bir duygudur.
Aşk varki, insanı güçlü-kudretli – yenilmez, mesut-bahtiyar edr. Aşk da var ki, insanın gururunu kırar, onurunu elinden alır, sevdiğinin kuluna –kölesine çevirir, insanı rezil eder. Buna kara sevda denilir.
Ikinciler kendine yenik düşenlerdir. Insan oğlu her hangi konuda ilk önce kendisini yenmeği, kendi nefsine dur demeyi başarmalıdır. Kendi önemini, kiymetini bilmelidir. Insanın her hangi konuda sevgisi kendini aşarsa, mutlaka o konuyu kayb edecektir.
Selallahu ve ali peygamberimiz Muhammed –Mustafanın dediği gibi, iki tip cihat vardır.
* Büyük cihat insanın kendisiyle mücadele edip kendisini yenmek ve kendini Allaha tabi etmektir.
* İkinci cihat ise Allah yolunda, din yolunda savaş vermektir.
Göründüyü gibi birincisini başaramayanın, ikincisini başarması imkansızdır. Çünki kendisini yenemeyib, şeytani hissleri kendinden uzaklaştıramayanın ibadeti de kusurlu olur.
Canım oğlum, ateş düştüyü yeri yakar demişler, aşkta insanın kalbine düşer, kalbini alevlendirir. O alevi kontrol altına almayı başarman lazım. Ateş kontrolden çıksa, alevler tüm vücudunu sarar, kalbin beynine hükm eder, akıl-mantık- düşüce ile değil, kapıldığın hisslerle idare olunursan, o da seni yakar, külünü çıkarır, mahv olursun.
Canım benim, aşk ateşine yananların sevdiğine kavuşamadıklarını kitaplardan okur- tarihten biliyoruz.
Gençliyimde tekrar-tekrar okuduğum, şu anda elimde okumakta olduğum Leyla ve Mecnundan – Mecnunun durumunu- hangi hallere düştüğünü hatırlamanı istiyorum.
Mecnunun Mecnun olmasına sebep Leyla hanımdır meyer?
Qeysi Mecnun eden Leyla değildir, Leyla yalnızca bir vesiledir!
Onu Mecnun eden, aşık-deli olmasına esas başlıca sebep, kendisinin Leylayı canı-gönülden sevmesidir. Mecnunun var olması, fiziksel hayat sürdürmesi yalnızca cismindeydi. Onun ruhu kendi cismini terk etmişti. Aklı –düşüncesi derrakesi Leyla hanımdaydı. O şu dünyadan kopmuş, bu alemden ayrılmıştı, rüyalarda –hayallerde yaşıyordu. Haraketlerinin –davranışlarının delilik divanelik olduğunun farkında değildi.
Ülvi – beşeri sevgisi, onu aşıklık – vurgunluk – delilik divanelik, nihayetinde mecnunluğa sevk etmişti, kara sevda onun aklını alıp götürmüştü.
Buradaysa cismani –şehvani heves yok, hayali – ruhani bir aşk vardırki, onun da fiziksel hayatla alakası yok. Mecnunu şu hallere salan, Leyla hanımın benzersiz güzelliği değil, onun Mecnuna olan sadakati değildir.
Qeys kendi beyninde düşüncesinde nihayet kalbinde şöyle bir sembolik aşk obrazı yaratmış ve tüm varlığıyla ona bağlanmıştı. Kendisinin yaratmış olduğu aşığının kuluna –kölesine çevrilmişti.
Doğrudur Leyla hanımda onu sevmiş, kalbini ona vermişti. Ama gururla onu mecnun eden benim demeye hakkı yoktu.
Nasıl ki, Samed Vekilov soy isminde birisi gençliğinde Dürrü isminde birisini severmiş, kısmet olmamış evlenememişler. Yıllar geçmiş eline-obasına-vatanına sevdalanan Velikov Vatanı Azerbaycanı terennüm eden eşi benzeri olmayan eserler yaratmış, tabiat hayranı olan Samed sevda ve aşka dair güzel-güzel şiirler yazarak kendisine Samed Vurgun ismini kullanmayı münasib bilmiş, ünlü şair olan Samed, Vurğun ismiyle güzel eserler yaratmış. Bir gün Dürrü hanım kendini beğenmiş haliyle Samedi Vurgun eden benim söylemiş. Bu konuşmanı Samed Vurguna ulaştıran adama , Samed şöyle demiş “madem ki, öyle bir yeteneye sahip, Dürrü hanım, eşini de Vurgun etsin bakalım, ede bilirmi”.
Çünki Mecnun kendi hislerinin, ruhunun –kalbinin esiri idi. Onu mecnun eden özünün ta kendisiydi.
Sevgili oğlum, öylesine sevmeni istemiyorum. Önemli olan senin sevilmendir. Güzel aile kurup bahtiyar olmak için sevmen şart değil, sevilmen gerekir. Evlenmek istediğin-sevdiğin güzele kenar şahsın gözüyle bakmasını bil. Kulakların açık olsun hakkında söylentileri duy. Yalnız o zaman sevdiğinin kusurunu göre bilirsin. Yoksa ki, sevenin gözü kör-kulağı sağırdır. Kendi göz-kulağınla göremez-duyamazsın.
Canım oğlum, senin sevdiğinle değil, seni sevenle evlensen hayatın rahat ve refah içinde geçer huzuru bulur, bahtiyar olkursun.
Umarım kendine eş seçerken İhtiyar babanın söylediklerini hatırlarsın. Akıl mantıkla düşünürsen, yanılmazsın.
Ağlama yavrucum, dönecek baban.
Rahmeder bizede, bizi yaratan.
İhtiyar Zamanov
İstanbul
Ben ona yaklaşıp öyle bir tokat attım ki zavallı tirtap yere düştü.
Öğretmen beni yanına çağırdı.
* Neden onu öylesine vurup yere serdin? Neden? Üstüme bağırdı.
* Cezalandırılmasını siz istediniz öğretmenim, dedim.
* Arkadaşların kibarca mezemmet ettiği halde, sen niye vurup onu yere serdin ki?
* Her kes sevdiği kadarıyla, işte bende ...
* Sen onu çokmu seviyorsun?
Ben susmayı tercih ettim.
* Akraban falanmı?
O soruyu cevaplayamadım.
Öğretmen annemi okula çağırıp, beni şikayet etmişti. Babam görmezden geldi birşey söylemedi, ama annem beni çok tenbihledi.
Beni –küçük İhtiyarı, yanlış yaptığıma inandırmaya zorlamışlardı. O zamandan ben ona kendi kardeşim, özbe –öz kız kardeşim gibi davrandığımdan, onun bana karşı gerçek hisslerini anlayamamıştım. “X” hanımında bana karşı kendi kardeşi gibi hürmet ve ihtiram gösterdiğini düşünmüştüm. Demek o ki, ben düşüncelerimde yanılmışım. Meğer o beni severmiş . Ben Şahsenem hanımı unutamadığım gibi, O da beni unutamamıştır. Kendi saf kalbiine gömdüğü sırlarını, ben sana anlattığım gibi o da kendi tokuşturduğu masallarında torunlarına anlatmış. Masallarının baş kahramanı olan benim obrazımı, her türlü yeteneklere sahip olan “AKELA” süretinde canlandırdığı gibi, bende hikayemizde onu “Etirşah” diye göstereceğim. Sahiden de onun Etirşah çiçeğine benzerliği vardı. Can kardeşim İsmayılın, anlattığı hikaye beni çok etkilemişti, günlerce uyuyamadım, hep onu düşünür, okul anılarını hatırlıyordum. Etirşah hanımın benimle sohbetlerini analiz edir, bana karşı münasebetlerine bir mana arıyordum. O günler gözümde bir film şeriti gibi serilmişti. Etirşah hanımın düğün gününü hatırladım. O düğüne sınıfımızın erkek öğrencilerinden, bir ben davetliydim. Bende beş yaşlı küçük yiğenim dostum “Çakırla” beraber düğüne gelmiştim. Kız arkadaşlarımız Çakırla şakalaşır, onu öpücüklere boğmuştular. Her kes ona klasik bir soru sorar, cevabına bayılırlardı.
Soru: Dünyada kaç tane kahraman vardır?
Cevap: İki tane.
Soru: O kahramanlar kimlermiş öyle?
Cevap: Biri benim, biri de benim İhtiyar dayımdır, biz her kesi yeneriz.
Soru: Dünyada kaç tane güzel kız var?
Cevap: İki tane.
Soru: O güzeller kimlermiş öyle?
Cevap: Birisi benim sevgilim Sevinc, biriside İhtiyar dayımın sevgilisi Şahsenem hanımdır, onlar dünyada her kesden güzeldir.
Etirşah hanım süslenmiş gelinlikte karşımıza çıktı, gözlerinde hüzün vardı, sanki güzel manalı gözleri bana neyse soracaktı, ama bir kelme bile etmedi. Ben onu tebrik ettim.
* “Allah mesud etsin” dedim.
* “Darısı senin başına” dedi.
* “Allah mesud etsin, Bende tebrik ederim” Çakır söyledi.
* “Darısı seninde başına, ne tatlı çocuksun”? Çakırım benim, gel-gel öpüyüm seni söyledi gelin hanım. – Çakırı öptü.
* Dur-dur, bende seni öpeyim, söyledi Çakır bey. – Çakırda gelin hanımı öptü.
* Ne yapıyorsun gelin hanım? Gelini beyden önce bir kimsenin öpmesi uğursuzluk getirir söyledi kızlardan biri.
* Olsun, bi şey olmaz, benim asil beyim budur... “Çakırdır”. Çakır bey beni öpen ilk erkeğin sen olduöunu bilmeni istiyorum . “Dayın başaramadığını sen başardın” dedi ve çabuk bizden uzaklaştı.
O zamanlar ben Şahsenem hanımı severdim ve çok mutluydum, o açıdanda yinede bişey anlamamıştım.
Şu konuda ne kadar haksızlık ettiğimi, ne kadar geri zekalı olduğumu düşünüyorum. Nasıl olmuşta ben onu anlayamamışımdır.
Etirşah hanımın İsmail kardeşime anlattığı olayın hikayesini bende hatırlıyorum. Tabii ki, olduğu gibi söylemişti.
Okulun son sınıfındaydık, beden eğitimi dersinde sınıf arkadaşlarıyla kovalamaca oynuyorduk, ben kovuyor, o kaçıyordu- koridorun sonuna merdivenlere doğru kaçtı, koşeyi döndü. Bende onun arkasınca hızla koşuyor onu yakalamaya çalışıyordum. Koridorun köşesinde merdivenlere döndüğüm anda, karşıma çıkı verdi çarpıştık, burun-buruna değdik, onu yakaladım. Etirşah hanım benim kollarımın arasındaydı, gerçektende etirşah çiçeği kokuyordu. Yüreği gup-gup atıyor, sanki göğsünden çıkacaktı. O bana sarılmıştı, oyunun kuralları gereği benden kurtulmak gibi bir niyeti yoktu.
Ben onu yorulmuş sanmıştım.
Meğer oysa bana hislerini anlatmaya utanmış, hiç kimsenin olmadığı o yerde bu kazayı yapmış, bana sarılmış – benim anlayacağımı sanmıştı.
Etirşah hanım benim can kardeşim İsmayile söylemiş ki,
“O malum kaza zamanı İhtiyarın beni öpeceyini ve o andanda benim bahtiyar günlerim başlayacağını sanmıştım”.
Ben bu taş kafamla öyle bir şeyin ola bileceğini hiç düşünmemiştim.
Canım oğlum Etirşah çok güzel, her kesin hoşlandığı çok akıllı ve teravetli bir kızdı. Okulda onun hayranları perestişkarları çoktu. Etirşah onların hepsini bana şikayet eder, bende onlarla kavga ederdim. Altmış sene beni kalbine gömen, beni masallarında yaşatan, beni sevipte bir kimseye anlatamayan, o güzeli mutlaka bulmam lazım! Onun güzel gözlerinden öpüp, ondan özür dilemem lazım!
Karşılıksız aşk yaşamanın, kara sevdanın nasıl olduğunu benden iyi bir kimse bilemez.
Sevgili oğlum şu gerçeği anlamanı istiyorum ki, bizler hak ettiğimiz kadınlarla evlenmiş olsaydık, bu dünyada bir kimse bahtiyar olamazdı.
Canım oğlum, Şahsenem hanıma olan aşkımı sana öteki mektuplarımda anlatmışımdır. Yaşlanmış halime rağmen, ülvi beşeri aşkımın unutamadığım hatıralarını, bana her zaman eziyyet eden kendi hisslerimi tekrar-tekrar yazıpta zaman almağın lüzumsuz olduğunu düşünüyorum. Umarım sana yazılan mektupların metnini unutmamışsındır.
Şahsenem hanımla ilişkimizin kesildiği, irtibatımızın koptuğu andan, 18 yıl geçmişti, onun sevgisinden delik-deşik olmuş kalbimin yaralarını sarmak için, mücadele ederim. Tahminen otuz sene bundan önceydi, ben otuz beş yaşında ihtiyar bir delikanlıydım. Bekardım ve tabiatın kanunu üzere öz soy kökümü yaşatmak namına evlenmek istiyordum.
Günün belli saatlarında, caddenin belli yerinde, sık-sık karşılaştığım genç ve güzel bir bayanı gözüm tutmuştu. Ona yaklaşmak, istek ve arzularımı bildirmek, gönlümü açmayı düşünüyordum. Bir gün yinede belli makamda karşılaştığımız anda, başka bir bayanın ona – doktor hanım diye müracaatını duydum. Onun bu müracaatı seçtiğim güzele nasıl yaklaşacağımı bir anda beynime implus etti. O anda bana neler olduğunu bilmiyorum. Ama o güzelin karşısında dikilip durduğumu ve onunla konuştuğumu fark ettim.
* Afedersiniz, siz doktormusunuz? Diye ona sordum.
* Evet doktorum.
* Sizin şefkatinize muhtac olan bir hastaya bakarmısınız?
* Hastanızın nesi var?
* Günün belli saatlerinde kalbinin şiddetle çarptığını, aklının kaydığını, muvazenetini – tarazlığını – duruşunu kayb ettiğini söyledim.
* Kusura bakmayın ben bir “pedyator”üm – çocuk doktoruyum, kalp doktoru diyilim ki, hastanızı kalp doktoruna götürmeniz lazım.
* Ama o da bir çocuktur, onun sizin şefkatinize ihtiyacı var, ona sizin bakmanız lazım, lütfen yardımınızı esirgemeyin.
* Hastanız kaç yaşında?
* Doktorum, hastamız ince kalpli, yufka yürekli, anlaklı-anlayışlı, otuz beş yaşında çok iyi bir çocuktur.
* Efendim o daha çocuk diyil ki?
* Ama bir çocuk kadar pırıl-pırıl bir kalbe sahiptir.* Afedersiniz ben ona bakamam.
* Ama siz bir doktorsunuz. Hipokrat yemini etmişsiniz, hastanın ırkından, cinsinden, dininden, milliyetinden ayrım yapmadan, onu tedavi edip iyileştireceğinize söz vermişsiniz. Hatta hastalanan senin şahsi düşmanın olsa bile.
* Kalp hastalıkları benim branşım değil, benim onu tedavi etmem doğru olmaz. Onu mutlaka bir kalp hastalıkları uzmanına götürmeniz lazım.
* Doktor hanım onun sizin şefkatinize ihtiyacı var.
* Sizde mi doktorsunuz?
* Değil.
* Neden hastanızın tedavisi için beni seçtiniz ki?
* Çünki onun hasta olmasına sebeb sizsiniz.
* Nasıl yani ?
* Doktor hanım, sözünü ettiğim hasta benim, her defa sizinle karşılaştığımız anda, kalbim çırpınmaya başlar, yüreğim güp-güp atar, rahatsız olurum. Şu anda tansiyonumu ölçerseniz en yüksek dereceyi göstereceğinden eminim. Lütfen beni tedavi edin, ilacım sizsiniz dedim.Canım oğlum, nutuk ve mantıkla söylediklerim doktor hanımı etkilemişti. (bütün bunları sonradan kendisi itiraf etmişti). Tanışlık tarzımız garip olsada, iyice anlaşırdık, hoşgörülü, cana yakın tavırlarıyla beni tedavi etmişti. Kalbim iyice rahatlamış, hastalığım bahtiyarlığımın anahtarı olmuştu. Mutluluk eleksiri olan öpücükleri, benim şifa kaynağımdı.
Ne yazık ki, benim bu mutluluğumda uzun sürmedi.
Gündüzler parkları beraber dolaşar, muhabbet eder gelecek evlilik hayatımızın pilanlarını yapar, birbirimizden doymazdık. Akşamlar evlerine uğurladığım andan, sabahın açılmasını dört gözle beklerdik. Günün birinde yarın sabah görüşmek üzere, akşam şakalaşarak evine bırkatığım doktor hanım, sabah onu karşılamaya geldiğimde, benimle ilişkisini kestiyini söyledi ve bir daha benimle görüşmeyeceğini belirtti.
* Ne oldu ki, rüyada birşeyler mi gördün? Ona sordum. Akşam vaktine kadar iyice anlaşıyorduk, akşam benden kopmak istemediğini, şimdi ise beni görmek istemediğini söylüyorsun. Sana birşeyler mi dediler?.. hadi söyle.
* Elbette söylediler! Senin pis-ayyaş, kötü birisi olduğunu, önceden evli olduğunu, on yaşında bir kızın olduğunu söylediler. Tüm bunları benden neden sakladın ki? Öz geçmişini olduğu gibi söylemeye neden cesaret edemedin? Belki kabul ederdim? ama şimdi asla..!
* Hepsi yalan, sana şunları kim söyledi ki?
* Yalan ha –yalan söylüyorsun, beni kandıracağını mı sanmıştın? Seni yalancı, senin hakkında artık her şeyi biliyorum, beni kadıramazsın.
* Bildiğin gibi değil işittiklerin hepsi palavra, ben öyle birisi olamam, cevabımda çok ciddiyim, seninle evlenmek istiyorum.
* Otuzbeş yaşınadek evlenmedin benimi bekledin? Bunadamı inanmamı bekliyorsun?
* Bak güzelim, tamam ya devam kararını sen vereceksin, kararın ne olursa saygı duyarım, kime sordunuz? – kim söylediyse bilmiyorum? Bir adamın sözüyle karar vermeniz doğru olmaz, memlekette insanlar bitmedi ki, bir başkasına yine sorun. Bildiklerinizin tam aksini duyacağınızdan eminim.
* Bir başkasına daha sormakta lüzum yok, sorduğum kişi senin komşun- benim akrabam, o bana yalan söylemez.
* Ama söylemiş, ben hiç bir zaman evli olmadım, kızım falan da yok, eyyaş da değilim. Sana bunları kim söylediyse kasıtlı olarak söylemiştir, ileride hakikati bileceksin ama geç olacak.
Akrabasının uydurduklarına inanan doktor hanımla bir türlü anlaşamadık.
Sevgili oğlum, beş yıl sonra senin dünyaya geldiğin doğum evinde, doktor olarak çalışan doktor hanımla yine görüştük.
Senin doğumundan sorumlu olan doktor hanım, sizlerin taburcu olmanıza izin vermiyor, bebek sağlıklı değil, onun doğum evinde doktor kontrolünde bakıma ihtiyacı olduğunu iddia ediyordu. Bebeğin babasıyla görüşmem lazım, baba yazılı olarak dilekçe vererek sorumluluğu kendi üzerine alırsa, yalnız o zaman taburcu edebiliriz söylemişti.
Meğer doktor hanımın maksadı-meramı itirafta bulunmak için benimle görüşmekmiş.
Doktor hanımın yanına gittim, kibarca karşıladı, beni tebrik etti, bebeğin sağlıklı olduğunu söyledi.
* “Analı – babalı büyüsün, Allah korusun” dedi.
* Sağ olun, doktor hanım, demek ki, bebekte bir problem yok, problem bendeymiş, sizleride iyi gördüm, hoş davranışınıza, iyi karşılamanıza sevindim.
* Beş yıl önce senin iyi niyetine karşı büyük haksızlık etmişim, sen haklıydın, hakkında duyduklarım doğru diyilmiş. Kör olası o soysuz akrabam bize yalan söylemişti. Oysa sen benim çok hoşuma gitmiştin. Beni aff etmeni, hakkını helal etmeni istiyorum.
* Aff edilesi bir şey yok ki, doktor hanım, bu bizim kaderimiz, kaderden kaçılmaz, kısmet böyleymiş, yazan böyle yazmış.
* Cevabını bilmek istediğim bir sorum daha var. Lütfen cevaplandırın ve doğruyu söyleyin. Neden otuz beş yaşa kadar bekardın? (görki kırkında evlenmenin sebebi belli) beş yıl önce söylediklerin boğru olamaz, qaliba “senden bir kimse hoşlanmamıştı”, o zamanlarda buna inanmamıştım.
* Benden bir kimsenin hoşlanmadığı doğrudur, madem ki, doğruyu bilmek istiyorsun, kalbimde hiç bir zaman unutamadığım, tüm vücudumla, cismimle, ruhumla sevdiğim birisinin olduğunu söyleye bilirim. O zamanlardada vardı, şimdide var, gelecekte de olacak.
Beraber olduğumuz zamanlarda söyleyemezdim, çünki edepsizlik – karşındakine haksızlık etmiş olursun. Ama şimdi Şahsenem hanım hakkında tam rahatlıkla söylemek mümkün.
* Demek o ki, kırkında evlenmendede sebep ben değilmişim? Ama ben öyle sanmıştım.
Canım oğlum, doktor hanım benden aff dilemiş, yanıldığını benden hoşlandığını söyledi. Canım benim, benim artık üç günlük bebeğim-sen vardın, geç kalmış itiraf arkadan atılan taşa benzer ki, o da yalnız ve yalnız topuğa isabet eder.
Demek o ki, doktor hanım zamanında beni sevmemiş. Eğer ki,sevmiş olsaydı akrabasına değil bana inanmış olurdu. Inamsa aile hayatının en başlıca şartlarından biridir.
Sevgili oğlum, aşk yaşamak güzel birşeydir, onu yaşamayan asla bilemez. Aşk Cenabı Allahın nasib ettiği çok güzel ülvi beşeri bir duygudur.
Aşk varki, insanı güçlü-kudretli – yenilmez, mesut-bahtiyar edr. Aşk da var ki, insanın gururunu kırar, onurunu elinden alır, sevdiğinin kuluna –kölesine çevirir, insanı rezil eder. Buna kara sevda denilir.
Ikinciler kendine yenik düşenlerdir. Insan oğlu her hangi konuda ilk önce kendisini yenmeği, kendi nefsine dur demeyi başarmalıdır. Kendi önemini, kiymetini bilmelidir. Insanın her hangi konuda sevgisi kendini aşarsa, mutlaka o konuyu kayb edecektir.
Selallahu ve ali peygamberimiz Muhammed –Mustafanın dediği gibi, iki tip cihat vardır.
* Büyük cihat insanın kendisiyle mücadele edip kendisini yenmek ve kendini Allaha tabi etmektir.
* İkinci cihat ise Allah yolunda, din yolunda savaş vermektir.
Göründüyü gibi birincisini başaramayanın, ikincisini başarması imkansızdır. Çünki kendisini yenemeyib, şeytani hissleri kendinden uzaklaştıramayanın ibadeti de kusurlu olur.
Canım oğlum, ateş düştüyü yeri yakar demişler, aşkta insanın kalbine düşer, kalbini alevlendirir. O alevi kontrol altına almayı başarman lazım. Ateş kontrolden çıksa, alevler tüm vücudunu sarar, kalbin beynine hükm eder, akıl-mantık- düşüce ile değil, kapıldığın hisslerle idare olunursan, o da seni yakar, külünü çıkarır, mahv olursun.
Canım benim, aşk ateşine yananların sevdiğine kavuşamadıklarını kitaplardan okur- tarihten biliyoruz.
Gençliyimde tekrar-tekrar okuduğum, şu anda elimde okumakta olduğum Leyla ve Mecnundan – Mecnunun durumunu- hangi hallere düştüğünü hatırlamanı istiyorum.
Mecnunun Mecnun olmasına sebep Leyla hanımdır meyer?
Qeysi Mecnun eden Leyla değildir, Leyla yalnızca bir vesiledir!
Onu Mecnun eden, aşık-deli olmasına esas başlıca sebep, kendisinin Leylayı canı-gönülden sevmesidir. Mecnunun var olması, fiziksel hayat sürdürmesi yalnızca cismindeydi. Onun ruhu kendi cismini terk etmişti. Aklı –düşüncesi derrakesi Leyla hanımdaydı. O şu dünyadan kopmuş, bu alemden ayrılmıştı, rüyalarda –hayallerde yaşıyordu. Haraketlerinin –davranışlarının delilik divanelik olduğunun farkında değildi.
Ülvi – beşeri sevgisi, onu aşıklık – vurgunluk – delilik divanelik, nihayetinde mecnunluğa sevk etmişti, kara sevda onun aklını alıp götürmüştü.
Buradaysa cismani –şehvani heves yok, hayali – ruhani bir aşk vardırki, onun da fiziksel hayatla alakası yok. Mecnunu şu hallere salan, Leyla hanımın benzersiz güzelliği değil, onun Mecnuna olan sadakati değildir.
Qeys kendi beyninde düşüncesinde nihayet kalbinde şöyle bir sembolik aşk obrazı yaratmış ve tüm varlığıyla ona bağlanmıştı. Kendisinin yaratmış olduğu aşığının kuluna –kölesine çevrilmişti.
Doğrudur Leyla hanımda onu sevmiş, kalbini ona vermişti. Ama gururla onu mecnun eden benim demeye hakkı yoktu.
Nasıl ki, Samed Vekilov soy isminde birisi gençliğinde Dürrü isminde birisini severmiş, kısmet olmamış evlenememişler. Yıllar geçmiş eline-obasına-vatanına sevdalanan Velikov Vatanı Azerbaycanı terennüm eden eşi benzeri olmayan eserler yaratmış, tabiat hayranı olan Samed sevda ve aşka dair güzel-güzel şiirler yazarak kendisine Samed Vurgun ismini kullanmayı münasib bilmiş, ünlü şair olan Samed, Vurğun ismiyle güzel eserler yaratmış. Bir gün Dürrü hanım kendini beğenmiş haliyle Samedi Vurgun eden benim söylemiş. Bu konuşmanı Samed Vurguna ulaştıran adama , Samed şöyle demiş “madem ki, öyle bir yeteneye sahip, Dürrü hanım, eşini de Vurgun etsin bakalım, ede bilirmi”.
Çünki Mecnun kendi hislerinin, ruhunun –kalbinin esiri idi. Onu mecnun eden özünün ta kendisiydi.
Sevgili oğlum, öylesine sevmeni istemiyorum. Önemli olan senin sevilmendir. Güzel aile kurup bahtiyar olmak için sevmen şart değil, sevilmen gerekir. Evlenmek istediğin-sevdiğin güzele kenar şahsın gözüyle bakmasını bil. Kulakların açık olsun hakkında söylentileri duy. Yalnız o zaman sevdiğinin kusurunu göre bilirsin. Yoksa ki, sevenin gözü kör-kulağı sağırdır. Kendi göz-kulağınla göremez-duyamazsın.
Canım oğlum, senin sevdiğinle değil, seni sevenle evlensen hayatın rahat ve refah içinde geçer huzuru bulur, bahtiyar olkursun.
Umarım kendine eş seçerken İhtiyar babanın söylediklerini hatırlarsın. Akıl mantıkla düşünürsen, yanılmazsın.
Ağlama yavrucum, dönecek baban.
Rahmeder bizede, bizi yaratan.
İhtiyar Zamanov
İstanbul