Kapkara bir sayfa düşüyor insanlık serüvenine…
Ama yine aynı mekanda, aynı gün tarihin en yüce, en azametli, en fedakar, en izzetli, en cesur, en yiğitçe, en aziz, en kararlı direnişini de sergileniyor…
Bembeyaz, nurlu bir sayfa sunuluyor insanlık tarihine…
Orada, Kerbela’da insanın çıkabileceği en yüce makam da, inebileceği en çukur nokta da gözler önüne seriliyor…
Bir yanda Allah’ın seçip insanlara nişan verdiği Ehl-i Beyt, diğer yanda aşağıların da aşağısı bir güruh…
Biryanda yüce ve temiz soydan gelen ve Hz. Resullullah’ın (s.a.a) “eti etimden, kanı kanımdandır.’ Dediği İmam Hüseyin, diğer yanda habis bir soyun varisi Yezid…
İşte bu sahnede, her biri ayrı bir ders, ayrı bir evren olan tablolardan bir kesit…
İkindi vakti…
İmam Hüseyin’in (a.s.) o küçücük ordusundan artık geriye kimse kalmamıştı…
Şahadetin olabilecek en asil halini sergileyerek veda etmişler fani dünyaya…
Hüseyin(a.s.) artık yapayalnız…
Artık veda zamanı, sabır dileme ve şehadet zamanı…
O sırada çadırdan bir hanım çıkıyor, elinde daha altı aylık bir yavru…
Güneşten bir parça sanki ama solgun, ama bitkin…
‘Çok susuz’ diyor hanım, ‘artık takati kalmadı, o kadar ki ağlayamıyor bile…’
İmam Hüseyin (a.s.) yavruyu alıp meydana doğru ilerliyor…
‘Ey azgın topluluk, sizin derdiniz benimle, bu küçük yavru ile ne alıp veremediğiniz var? Ona neden su vermiyorsunuz?’ diye haykırıyor…
Tarihe bir not daha düşüyor Hüseyin (a.s.) …
Karşısındakilerin ne kadar aşağılık olduğunu göstermek, kime karşı neden kıyam ettiğini anlatabilmek için tarihe bir not daha düşüyor…
Düşman saflarında bir kargaşa…
Az da olsa merhamet kırıntısı taşıyan kimi askerlerin vicdanları rahatsız oluyor. ‘Hüseyin haklı, bu yavru ile ne işimiz var?’ diyenler çıkıyor. Alçakların komutanı Ömer b. Sa’d, Hermele adlı meluna bakıyor…
Sırtlanca bir sırıtış yayılıyor Hermele’nin çirkin yüzüne…
‘Anladım’ der gibi başını sallıyor…
Bir vınlama sesi yırtıyor meydandaki bekleyişi…
Tarihin karanlıklarından, ta Kabilin, kardeşi Habil’i öldürdüğü, Nemrut’un İbrahim’i ateşe attığı, Firavun’un erkek çocukları boğazladığı, cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğü yerden gelen bir okun vınlama sesi…
İmam Hüseyin’in (a.s.) kucağındaki o altı aylık yavrusunun boğazına birden bir şey saplanıyor…
Bir an, hayır daha da kısa bir zaman göz göze geldi yavrusu ile…
Sanki ‘baba bana böyle mi su verecektin?’ der gibi bakıyordu Ali Asgar…
Zaman durdu, güneş dondu, Fırat suyunu çekti yeryüzünden, dünya utancından dönmeyi bıraktı, arşı meleklerin feryadı doldurdu…
Her şey ağlıyordu, duyan kulaklar duyuyordu ki gören gözler görüyordu ki her şey ağlıyordu…
İmam Hüseyin (a.s.) yavrusunun boğazından akan kanları doldurdu avucuna ve serpti göğe doğru: ‘Allah’ım sen şahit ol!..’
Çadırlara doğru yöneldi…
Kucağında boğazı parçalanmış, boynu arkaya düşmüş, küçücük bir yavru ile geliyordu Hüseyin…
Susuzluğu gidermek için götürdüğü yavrusunun o küçücük cansız bedeni ile dönüyordu…
Bu manzara’ya kim dayanabilirdi ki?
Ama o küçücük erin kanı, tarihin ve geleceğin zulüm temellerinin sarstı…
Öyle bir mesaj verdi ki tarihe, bundan fazlasını vermek mümkün değildi…
Orası Kerbela’ydı ve günlerden Aşura…
Oradan akan kanlar bir çağlayan olup akmaya başladılar zalimleri boğmak üzere çağlara doğru…
70 yaşında ki Habib b. Mezahir’in, altı aylık Asgar’ın, 13 yaşında ki Kasım’ın, 20 yaşında ki Ali Ekber’in, 35 yaşında ki Ebulfazl’ın kanıyla, yaratılmışların en yücesi, sevgisi Allah emri olan, eti ve kanı Habibullah’ın eti, kanı olan İmam Hüseyin’in (a.s.) kanı birleşiyor ve hepsi birden SARALLAH (Allahın kanı) sıfatını alıyorlardı…
Orası Kerbela’ydı günlerden Aşura…
Orada, o gün o saatte melekler yeniden secde ettiler insana…
Artık ya Hüseyin’in safında olacaktı insanlar ya da Yezid’in…
Ya Hakkın, adaletin, mazlumiyetin, merhametin, sevginin, onur ve izzetin, yiğitlik ve fedakarlığın safında olacaktılar, ya da batılın, zulmün, aşağılığın, vahşet ve cinayetin safında…
Çünkü artık her yer Kerbela her gün Aşura’dır…
Ali KIRAN
Ama yine aynı mekanda, aynı gün tarihin en yüce, en azametli, en fedakar, en izzetli, en cesur, en yiğitçe, en aziz, en kararlı direnişini de sergileniyor…
Bembeyaz, nurlu bir sayfa sunuluyor insanlık tarihine…
Orada, Kerbela’da insanın çıkabileceği en yüce makam da, inebileceği en çukur nokta da gözler önüne seriliyor…
Bir yanda Allah’ın seçip insanlara nişan verdiği Ehl-i Beyt, diğer yanda aşağıların da aşağısı bir güruh…
Biryanda yüce ve temiz soydan gelen ve Hz. Resullullah’ın (s.a.a) “eti etimden, kanı kanımdandır.’ Dediği İmam Hüseyin, diğer yanda habis bir soyun varisi Yezid…
İşte bu sahnede, her biri ayrı bir ders, ayrı bir evren olan tablolardan bir kesit…
İkindi vakti…
İmam Hüseyin’in (a.s.) o küçücük ordusundan artık geriye kimse kalmamıştı…
Şahadetin olabilecek en asil halini sergileyerek veda etmişler fani dünyaya…
Hüseyin(a.s.) artık yapayalnız…
Artık veda zamanı, sabır dileme ve şehadet zamanı…
O sırada çadırdan bir hanım çıkıyor, elinde daha altı aylık bir yavru…
Güneşten bir parça sanki ama solgun, ama bitkin…
‘Çok susuz’ diyor hanım, ‘artık takati kalmadı, o kadar ki ağlayamıyor bile…’
İmam Hüseyin (a.s.) yavruyu alıp meydana doğru ilerliyor…
‘Ey azgın topluluk, sizin derdiniz benimle, bu küçük yavru ile ne alıp veremediğiniz var? Ona neden su vermiyorsunuz?’ diye haykırıyor…
Tarihe bir not daha düşüyor Hüseyin (a.s.) …
Karşısındakilerin ne kadar aşağılık olduğunu göstermek, kime karşı neden kıyam ettiğini anlatabilmek için tarihe bir not daha düşüyor…
Düşman saflarında bir kargaşa…
Az da olsa merhamet kırıntısı taşıyan kimi askerlerin vicdanları rahatsız oluyor. ‘Hüseyin haklı, bu yavru ile ne işimiz var?’ diyenler çıkıyor. Alçakların komutanı Ömer b. Sa’d, Hermele adlı meluna bakıyor…
Sırtlanca bir sırıtış yayılıyor Hermele’nin çirkin yüzüne…
‘Anladım’ der gibi başını sallıyor…
Bir vınlama sesi yırtıyor meydandaki bekleyişi…
Tarihin karanlıklarından, ta Kabilin, kardeşi Habil’i öldürdüğü, Nemrut’un İbrahim’i ateşe attığı, Firavun’un erkek çocukları boğazladığı, cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğü yerden gelen bir okun vınlama sesi…
İmam Hüseyin’in (a.s.) kucağındaki o altı aylık yavrusunun boğazına birden bir şey saplanıyor…
Bir an, hayır daha da kısa bir zaman göz göze geldi yavrusu ile…
Sanki ‘baba bana böyle mi su verecektin?’ der gibi bakıyordu Ali Asgar…
Zaman durdu, güneş dondu, Fırat suyunu çekti yeryüzünden, dünya utancından dönmeyi bıraktı, arşı meleklerin feryadı doldurdu…
Her şey ağlıyordu, duyan kulaklar duyuyordu ki gören gözler görüyordu ki her şey ağlıyordu…
İmam Hüseyin (a.s.) yavrusunun boğazından akan kanları doldurdu avucuna ve serpti göğe doğru: ‘Allah’ım sen şahit ol!..’
Çadırlara doğru yöneldi…
Kucağında boğazı parçalanmış, boynu arkaya düşmüş, küçücük bir yavru ile geliyordu Hüseyin…
Susuzluğu gidermek için götürdüğü yavrusunun o küçücük cansız bedeni ile dönüyordu…
Bu manzara’ya kim dayanabilirdi ki?
Ama o küçücük erin kanı, tarihin ve geleceğin zulüm temellerinin sarstı…
Öyle bir mesaj verdi ki tarihe, bundan fazlasını vermek mümkün değildi…
Orası Kerbela’ydı ve günlerden Aşura…
Oradan akan kanlar bir çağlayan olup akmaya başladılar zalimleri boğmak üzere çağlara doğru…
70 yaşında ki Habib b. Mezahir’in, altı aylık Asgar’ın, 13 yaşında ki Kasım’ın, 20 yaşında ki Ali Ekber’in, 35 yaşında ki Ebulfazl’ın kanıyla, yaratılmışların en yücesi, sevgisi Allah emri olan, eti ve kanı Habibullah’ın eti, kanı olan İmam Hüseyin’in (a.s.) kanı birleşiyor ve hepsi birden SARALLAH (Allahın kanı) sıfatını alıyorlardı…
Orası Kerbela’ydı günlerden Aşura…
Orada, o gün o saatte melekler yeniden secde ettiler insana…
Artık ya Hüseyin’in safında olacaktı insanlar ya da Yezid’in…
Ya Hakkın, adaletin, mazlumiyetin, merhametin, sevginin, onur ve izzetin, yiğitlik ve fedakarlığın safında olacaktılar, ya da batılın, zulmün, aşağılığın, vahşet ve cinayetin safında…
Çünkü artık her yer Kerbela her gün Aşura’dır…
Ali KIRAN