Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü ve en büyük coğrafyaya hükmeden devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, görkemli zaferleriyle, kültürel zenginlik ve derin bir medeniyetiyle anılır kıymetli okuyanlarım…
Ancak zaman içerisinde bu görkemli imparatorluk, sadece dış düşmanlarla değil, içten gelen çürümeyle büyük yaralar almış ve zamanla dengesini kaybederek yavaş yavaş, adeta uçuruma doğru yuvarlanmış. Nihayetinde acılar ve yıkımlarla dolu bir sonu yaşamıştır.
Bu trajik yok olmanın, en belirgin sebeplerinin başında hiç şüphesiz, Liyakatten uzak idareciler, yolsuzluk, israf ve savurganlık gelmektedir.
Osmanlı’nın adeta “batının göz kamaştırıcı yaşam tarzına özenme” süreci, Lale Devri (1718–1730) ile başlar. III. Ahmed döneminde inşa edilen köşkler, bahçeler, düzenlenen eğlenceler, halktan kopuk bir yönetimin göstergesiydi. Bu savurganlık, 1730 Patrona Halil İsyanı ile son bulsa da, devletin içine düştüğü ekonomik buhranın başlangıcı olarak kayıtlara geçti.
1840’lı yıllarda tahta çıkan Sultan Abdülmecid, Batı’ya özenen bir reform süreci başlattı: Tanzimat Fermanı ile Hukuki ve idari ve eğitim alanlarında yapılan düzenlemeler olumlu olsa da, beraberinde büyük bir ekonomik yük getirdi. Saray mimarisi, Batı’dan esinlenerek yeniden şekillendi. Dolmabahçe Sarayı gibi devasa yapılar inşa edilirken, devlet bütçesi bu lüksü karşılayamaz hale gelmiştir. Artan dış borçlar ve düzensiz harcamalar sonucu, Osmanlı maliyesi iflasın eşiğine geldi.
1854 yılında ilk dış borç alındı. Ancak bu borçlar üretime değil, saray harcamalarına, memur maaşlarına ve savaş giderlerine harcandı. Gelir yerine giderleri artıran bu sistem, borcun, borçla kapatılması gibi bugün bile tanıdık gelen bir çıkmazın temellerini attı.
Borçların çevrilemez hale gelmesiyle, 1875’te Osmanlı Devleti iflasını ilan etti. Bunun ardından gelen Rusum-u Sitte (Altı Vergi) uygulamasıyla, tuz, tütün, balık gibi ürünlerden alınan vergiler, doğrudan alacaklıların denetimine verildi.
1881’de çıkarılan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Bu yapı, Osmanlı Devleti’nin ekonomik bağımsızlığını tamamen kaybettiğinin belgesidir. Artık vergi gelirlerinin büyük bölümü, Avrupalı alacaklılara gidiyordu. Yani bir imparatorluk, yanlış ekonomik tercihler, israf ve yolsuzluk yüzünden kendi vatandaşından topladığı vergilere dahi hükmedemez hale gelmişti.
Ekonomik bağımsızlığını kaybeden Osmanlı, siyasi olarak da Avrupa devletlerinin etkisi altına girdi. Mali zayıflık, askeri reformları da sekteye uğrattı. Yetersiz donanım, eğitimsiz asker ve geciken maaşlar, Osmanlı ordusunu modern Avrupa ordularıyla rekabet edemez hale getirdi. Sonuç: Trablusgarp’ta, Balkanlar'da kaybedilen topraklar, iç isyanlar ve sonu hazırlayan büyük savaşlar...
Bugün de pek çok ülkede, ne yazık ki geçmişin bu kara lekelerini çeşitli versiyonları ile görüyoruz. Yolsuzluk, kamu kaynaklarının kişisel çıkarlar için kullanılması anlamına gelirken, israf, kamu bütçesinin verimsiz projelere veya lükse harcanmasıdır. Lüks makam araçları, gösterişli binalar, liyakatsiz kadrolar, şeffaf olmayan ihaleler; hepsi geçmişte Osmanlı’yı zayıflatan unsurların bugünkü yansımaları.
Bilinmelidir ki; Tarih, yalnızca tekerrürden ibaret değildir. Tabii ki geçmişten doğru dersler çıkarıp, gerekli tedbirler alınabilinirse... Liyakatsizlik, Yolsuzluk ve israf gibi alışkanlıklar, sadece maddi kaynakları tüketmez, aynı zamanda ahlaki ve kurumsal değerleri de sonu alınamaz şekilde felç eder.
Yorumlar
Kalan Karakter: