Adını unuttum ama acısını, o masmavi gözlerini ve o gözlerin derinliğindeki özlemi, çaresiz çağrışımı asla unutmadım, unutamayacağım.
Henüz ikinci sınıfa gidiyordu. Her sabah okula geldiğimde, henüz öğrenciler yokken, küçük bir kız çocuğunu herkesten yarım saat önce, kapının girişindeki kalorifer peteğine sırtını dayamış görüyordum. Benim de o okula, yani Mahmut Nedim Kuyumcu Ortaokuluna gittiğimin ilk kışıydı. Gine bir kış günüydü, Şubat başı, kar yağmış havalar iyice soğumuştu. O sabah okula geldiğimde, o mavi gözlü kızı, ayağında büyükçe bir terlik ve tabanları yırtık çorabıyla yine o peteğe dayanmış, ayağının birini terliğinden çıkarıp, peteğe yapıştırmış görünce, yanına yaklaşıp “Günaydın kızım.” Dedim. O da önce ürkek ve çekingen bir sesle “Günaydın öğretmenim.” Dedi. Dedi demesine ama, o günaydın sesinde ağlamaklı bir ton ve bir mahcubiyet hissettim. İlk önce gözüm ayaklarına takıldı.
Yanına yaklaştım, “Senin ayakkabın yok mu, terlikle geliyorsun?” kızacağımı zannedip korkar gibi irkilince, “Yok öğretmenim, annem alacak.” Ben “Korkma kızım.” Deyip başını okşayınca rahatladı. (Ha şimdi hatırladım adını. Çile, Çile idi adı) “ Senin adın ne yavrum?” Benim adım “Çiledir öğretmenim.” “Ya öyle mi. Ne güzel adın varmış senin, Kim koymuş bu adı sana?” “Annem koymuş.” “ Peki, sen niye herkesten çok önce geliyorsun okula, bak üşüyorsun, bak arkadaşların da daha gelmemişler, sonra hasta olursun.” “ Yok, öğretmenim ben evde üşüyorum, ısınmak için erken geliyorum. Evde üşüyorum.” “ “Niye annen evde soba yakmıyor mu?” “ Yakacağımız olmadığı için sadece gece yakıyor, sonra yatağa giriyoruz ama gece çok üşüyoruz.” “ Peki; Baban size yakacak almamış mı?” Diye sorunca, işte o zaman hayatımın hiçbir zaman unutamayacağım cevabını almıştım! O mavi gözlü güzeller güzeli kızın boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkundu, içini çekti, gözleri buğulandı, ağlamaklı bir sesle; “ Benim babam yok ki, ölmüş.” Dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O hıçkırıkların arasında kaybolmuştum. Bir anda kendimi o yaştaki babasız bir çocuğun yerine koyup, beş on saniye sonra ben de hıçkırıklara bürünmüştüm. Hem ağlıyor hem de Çileyi teselli etmeye çalışıyordum. “Tamam, kızım artık ağlama bundan sonra senin baban benim, tamam mı artık ağlama benim güzel kızım.” Demem üzerine boynuma sarıldı, sıkı sıkıya sardı, daha çok hıçkırmaya başladı. Daha çok sıkmaya başladı boynumu. Bütün kuvvetini denercesine öylesine sıkmıştı ki boynumu, bırakmak istemiyordu. Bir babaya olan bütün özleminin bütün hasretinin, çaresizliğinin intikamını alırcasına boynumu sıkıyordu. İkimizin de gözyaşları birbirine karışmıştı. Hem susturmaya çalışıyor hem ağlıyordum. Hizmetliler beni, bense Çileyi susturmaya çalışıyordum. O bana, ben ona baktıkça daha çok ağlıyorduk. Bir ara boynumu bırakıp göz göze gelince o mavi gözlerinin masmavi derinliğindeki babasızlığın ve baba özleminin ne derin boyutta olduğunu gördüm. Kucakladım odama götürdüm. İkimiz de hala ağlıyorduk. O babasızlığına, bense onun yırtık çorabına ve giydiği naylon terliğe ağlıyordum. Neyse ki bir süre sonra ikimiz de susmuştuk. Yavaş yavaş konuşmaya başladık Çileyle… Önce ona hemen bir ayakkabı alacağımın sözünü verdim. Çile, kahvaltı yapmadan okula geliyormuş. Genelde akşamları bazen makarna, diğer günler de çay ve kahvaltı türü lor ve ekmek yiyip yatıyorlarmış. “ Bu bayramda komşumuz bize kurban eti getirdi o gün et yedik. Sonra hiç et yemiyoruz “. Diyordu. Çile, annesinin karnındayken, babası Tuzluca yakınlarında kaza geçirip ölünce, Çile ve iki kardeşi babasız kalmışlar. Geçen zor, acı ve keder dolu günlerden dolayı annesi doğan çocuğuna Çile adını koymuş. Çünkü gelecek günlerin çileli, acı ve de babasız geçeceğini biliyordu artık.
Hizmetliği çağırdım. Durumu anlatıp yanımıza aldığımız bir bayan öğretmenimizle Çile’nin evine gittik. Ev demek için bin şahit lazım. Kerpiçten yapılmış tek göz bir oda, eski bir teneke soba, yere serili bir keçe, bir köşede birkaç kap kacak ve üst üste yığılmış bir iki yatak yorgan ile sobanın yanına toplanmış az miktarda tezek, köşede duran yarılanmış bir çuval un. İşte Çile böyle bir evden çıkıp okula gelen dünyalar tatlısı bir kız. Anneyle sohbet edince yüreğim bir kez daha burkulmuştu. Kader bu ya… Çocuk yaşta önce annesini daha sonra da babasını kaybeden Çilenin annesi, Amcasının yanında birkaç yıl kaldıktan sonra, Çilenin babasıyla evlendiriliyor. Yıllar sonra da o kaza meydana geliyor. Çile ve iki kardeşi de öksüz kalıyor. Yetim büyüyen ve yetim kalan çocuklarıyla, yokluk, yoksulluk ve de Çile içinde yaşam mücadelesi veren genç, çaresiz, işsiz ve dul bir annenin yapabileceği, tutunabileceği bir dalı bir umudu yoktu. Genelde komşularının yardımıyla geçiniyorlarmış.
Kendimce birtakım yakacak, yiyecek ve giyecek yardımı yaptıktan sonra durumu Milli Eğitim Müdürümüz Selahattin Şimşek’e anlattım. O da benimle o eve ziyarete gelip durumu görünce çok duygulanmıştı. Bu durumu bir mektupla bazı okullara yazdığımda, en büyük yardımı Erzurum Kültür Kurumu İlköğretim Okulundan görmüştüm Çile için. O okula bir kez daha teşekkür ediyorum.
Daha sonra Çileyle ben çok iyi arkadaş olmuştuk. Bazen okulda birlikte kahvaltı yapıyorduk. Çile dördüncü sınıfa gelince ben de okuldan ayrılmıştım. Bir ara Çileyi arkadaşlarından sorunca, bana babasının köyüne gittiklerini söylediler. O günden sonra da Çileyi görmedim, göremedim. Köy yerinde dul bir kadını ziyaret etmek köy yerinde yakışık alamayacağı için Çilenin durumu ne oldu bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey vardı. O da öğretmen olarak karşımıza hayatımız boyunca daha nice Çilelerin çıkacağıydı. Çünkü biz öğretmeniz. Dersten ziyade öğrencinin öğretmeniyiz. Onlara, anneyiz, babayız, bacıyız, kardeşiz, arkadaşız. Öğretmenler gününüz kutlu olsun. Ekrem BAYDAR